10 Nisan 2013 Çarşamba

Sosyal Medyaya Paydos


Sosyal medyanın mutfağında son günlerimi geçirirken kafamda biriken pek çok düşünceyi sakince önüme koymak istedim. Birazdan okuyacaklarınız tamamiyle benim düşüncelerim. O yüzden sizin açınızdan haklılığımı savunmayacağım.

Öncelikle sosyal medyanın mutfağını biraz inceleyelim. Bir tasarımcı olarak, sosyal medyanın daha renkli ve daha yaratıcı; belki de inovasyona yakın olduğunu düşünerek bu işe giriştim. Yeni fikirler, entegre uygulamalar, havada uçuşan uçuk fikirler... Emsal teşkil eden tüm global detaylar beni bu düşüncelere itiyordu. Multimedya kullanımı üzerine pek çok örnek taramış ve proje yapmak için can atan bir haldeyken, bu inovatif yaklaşım beni epey içine çekti...

Ben de balıklama atladım...

Öncelikle yeni kelimeler, değişik stratejiler ve farklı bir çalışma ortamı beni epey içine çekti. Yeni yüzler, yeni terimler, yeni sistemler, hepsi de çok çekiciydi, tıpkı jelatini çıkarılmamış elektronik eşyalar gibi.

Hızlı bir giriş yapıp büyük bir yerde en alttan çalışmaya başladım. Hızlı olmasa da olağan bir süreçte ilerleme kaydettim ve büyük bir markayla çalıştım. (İsim vermeyeceğim tabi ki) Görüşmeler, yazışmalar inovativ fikirler derken gerçekten işin içine daha da girmiş, ağzıma bal çalınmışçasına çalışmaya başlamıştım. Paylaşmak istediğim yaratıcı fikirler, uygulamalar ve geleceğe ait teknolojileri uyarlamak gibi pek çok heyecan verici projeleri bu markayla gerçekleştirmek istiyordum. Çünkü asıl mesleğim gereği tasarımın yenilikçi ve geniş kısmını bir şekilde entegre etmek benim çok hoşuma gidecekti. Augmented Reality'den tutalım da, basit geleneksel etkileşime kadar pek çok fikirle doluydum ve bu markaya bu projeler yakışırdı.

Ha, yapamadım, o ayrı... Çünkü fikrim genelde sorulmadı. Özellikle son zamanlarda.

Belki ben yetersizdim belki de sosyal medya için biraz fazla uçuyordum. Bunu bilmiyorum, ama en azından bilsem iyi olurdu diye düşünüyorum.

Marka için büyük önemli deniyordu, ciddiyeti ve maliyeti büyük işlerle, en çok mesai onlara harcanıyordu neredeyse. Ben de bu işi şipşak kapıp yoluma devam etmeye başladım. Her şey sistematik ve dolu bir şekilde ilerliyordu. Öğrendikçe daha da içine giriyordum, girdikçe de hem markamla hem işle daha da iyiye gidiyordum. Ekip arkadaşlarımı da tanıyor, onlarla akit geçirmeye çalışıyordum. İyi işler hep iyi ve sıkı bir ekipten çıkar diye düşünüyorum.

Hala daha inancımı yitirmedim buna tabi ki...

İçine dahil olduğum sistemi çok sevmesem de "bana dokunmayan yılan 1000 yıl yaşayabilirdi". Bunda hiç bir sakınca görmedim bu zamana kadar. Ama işin rengi hiç de öyle değilmiş.

İnsan, ekip arkadaşlarına güvendiği sürece bir yerlere gelmek için cesaret bulur. Kısa bile olsa konudan bahsetmemeyi tercih ediyorum. Çünkü herkes kendi çapında haklı ve kendi çabasını ortaya koyuyor. Karşılıklı anlaşmazlık diyerek konuyu kapatabiliriz bence.

Şimdi bu yazıyı, işimin son günlerindeyken yazıyorum. Artık başka bir yerde tasarımcı olarak yoluma devam edeceğim. Güle Güle Sosyal Medya.


22 Ocak 2013 Salı

Teknolojiden Ödün Verememek

Merhaba.

Yine uzun süredir yazmadığımı farkettim. Bir suçluluk hissetmiyorum, sadece belirtmek istedim.

Elime telefonu almadığım zamanlarda suçluluk hissetmeye başladığımı farkettim. Oyun oynamak, fotoğraf çekmek, saate bakmak için bile telefonu kullanır olmuşum. Sanırım "Alo" demeyeli nice oldu. -Abarttım evet ama hissim bu yönde- Bugün kolumda saat olmasına rağmen telefonun ekranına baktım.



Kabul ediyorum. Bu aslında üzüleceğim bir şey değil. Düşünsenize pek çok ihtiyaç saydığım şeyi tek bir alette toparlıyorlar - ama buna ihtiyacım olduğunu söylüyorlar-. Bundan 10 sene önce, yanımda fotoğraf makinesi yoksa, fotoğraf çekmiyordum. Sıkı bir Myspace kullanıcısı olmama rağmen sadece haftada 1-2 defa açıyordum kontrol etmek için. Msn'i sadece bilgisayar başında kullanıyordum. O da internetin kotasının el verdiğince. Eskiden "bu ay 10 şarkı indireyim, şu sitelere de girmem olur biter" diye bir hesaplama vardı. Sanırım daha çok dışarı çıkıyorduk ve birbirimizin yüzüne bakarak konuşuyorduk.

Eskiden birbirimizi duyup görüyorduk. Şimdi sadece takip ediyor, RT ediyor ya da "Like" ile beğenilerimizi söylüyoruz. Artık "söylemiyoruz" yani. En son hangi doğum günü partisine gittiniz? Peki hangisinden Facebook Events olmadan haberiniz oldu? Düşünceli gördüm sizi.

İnsanlar sokaklarda birbirleriyle buluşup birbirlerine tabletlerinden bir şey gösteriyor, aynı yerde check-in oluyor ya da "bi' saniye, sen konuşmaya devam et, ben maillerime bakacağım" diyor. Çünkü o adam maillerine bakmazsa iş yürümez, müşteri kızar; çünkü zaten müşteriye 7/24 ulaşması için BBM pini dahi verilmiştir. E-mail, whatsapp, telefonlar derken özel hayatınızın makarna süzgecine döndüğünü farkedersiniz. Ama her şey için çok geçtir.

İnsanlar birbirleriyle sürekli iletişim halinde - olmak zorunda! En son kime "seni özledim" diyebildiğinizi bir düşünün. Uzun süredir birini özleyebildiniz mi? Özlediğiniz için en son kiminle görüştünüz?




Facebookta birbirini eklemedi diye küsen insanlar var. Bence eklememek daha iyi. Birbirinizden haberdar olmayın ki arayın. İnsanlar telefonları Facebook ile iletişim sağlamak için kullanmaya başladı. En son TV'de "İşte size Facebook Telefonu" diye bir reklamla karşılaştım. Facebook aracı denebilirdi mesela. Çünkü onu satın alacak kişiler kesinlikle telefon için kullanmayacak, sadece internet paketine yetecek kadar kontör yükleyecek. Facebook Telefonu...

Korkunçtu.

Eskiden e-kolay'ın OGO diye bir zamazingosu vardı. Cepten MSN, e-mail kontrolü sağlayan bir nevi cep bilgisayarıydı kendisi. 2 yıl kullanmıştım ve kullanmayı bıraktığımda gerçekten de bağımlılar gibi elimden bırakmadığımı gördüm. Telefon özelliğini hiç kullanmamıştım. Oyunlarını da hiç açmadım. MSN hesaplarımdan 2 tanesini ve YAHOO hesabımı açıp tüm gün sohbet  ediyordum.

Eskiden 6 tane msn hesabım vardı.

MSN'i olmayana özürlü gibi bakardık. Şimdi onun yerini Facebook, Twitter ve Instagram aldı. Aslında bir şey değişmedi ama daha da zamanımızı çalıyorlar. Buna ihtiyacın var çünkü. "Keep in touch" şeklinde yaşıyoruz. Kaç kişinin baş ucunda priz yok? Telefonunu prize takıp uyuya kalana kadar telefonuyla vakit geçiren insanlarız artık. En olmadı oyun oynuyoruz. Ama bu sırada çok yalnızlaşıyoruz.

Eskiden sinemaya gitmenin zaman kaybı olduğunu söylerdim. Hayır gidin; çünkü sadece sinema, tiyatro vb. yerlerde telefonunuzdan ya da tabletinizden -yapabiliyorsanız şayet- ayrı kalıyorsunuz. Kalabiliyor musunuz?

Evinde ya da elinde Bilgisayar, telefon ya da tablet olmayan var mı? Peki bunların ihtiyaç olmadığını düşünen var mı?

Bu kadar yazıdan sonra "sen teknoloji düşmanısın" tepkisi almak istemiyorum. Tabi ki yararlı olduğu pek çok nokta var. Yarayacak yerde tabi ki kullanılmalı, tabi ki de bir iletişim kanalı olarak kabul edilmeli. Ancak ben buna ihtiyacı olanın kullanmasından yanayım.

Kafanıza göre ihtiyaç uydurmayın!

9 Aralık 2012 Pazar

İş Veren Hakları - Bi' Nevi İroni

Merhaba.
Empati harika bir şey. İnsanın kendini karşısındakinin yerine koyarak düşünmesi hakkında hiç kafa yordunuz mu? Empati bunu gerçekleştirmemizdir işte. Siz birini kırıyor musunuz? Birini üzüyor ya da hakkını mı yiyorsunuz? Bunların hepsini, eğer anlayışınız ve biraz zekanız varsa kolaylıkla anlayabilirsiniz.
(Haklarınızı bilin)

Etrafta her çalışanın hakkını savunan insanlar görüyorum. Evet, ancak iş veren haklarını ele alan kimse yok. Tabi ki herkes yönetici olursa dünya düzeni bozulur; ara çalışanlar sürekli olacak ki, hayat devam etsin. Ancak iş verenler de çekmiyor mu? Hiç kendinizi onların yerine koydunuz mu?

İşte size madde madde iş veren hakları:


(Hak ediyorsun)

1- Kalifiye eleman ihtiyacı ve onlara hak ettiklerini sağlamak
 Düşünüyorlar ki her işi her insan yapamaz, o yüzden işinin uzmanı olan insanlara ihtiyaçları vardır. İş verenin de bu çalışanlara "emeğinin karşılığını vermesi" bir haktır. Her iş veren, çalışanının hak ettiği ücretle çalışması gerektiğini bilmektedir. Herkese yaşayabileceği düzeyde ücretini vermek ister, çünkü çalışanlar ona para getirmektedir ve onların kıymetini en iyi şekilde bilme isteği de bu yüzdendir. Her ne olursa olsun çalışanları mağdur etmemek için ellerinden gelenleri yapmak isterler. Yani motivasyon ve günü gününe çalışan taleplerini yerine getirmek bir iş veren hakkıdır.

(Herkesi koru)

2- Müşterileri değil, çalışanları korumak
Hiç bir iş veren, yapılacak işi uzmanından daha iyi bildiğini iddia eden bir müşteriyi istemez. Müşterinin çalışana karışmamasını, çünkü zaten işin uzmanlarıyla tatmin edici bir ücretle çalıştığını bilir ve zaten iyi iş çıkacağından emindir. Müşterilerle çalışanlar arasında bir tampon görevi olacak kişilere müdahile etmez, hatta müşterilere de bu işin uzmanları konusunda teminat verir. Çünkü emin olmak onların hakkıdır. Müşteriyle olan sözlü ve yazılı anlaşmalarda, iş üstünde çalışacak ekiple müşteri arasındaki sınırı ve istekleri bir çizgiyle ayırma hakkı vardır. Çünkü seçilen ekip zaten iyi iş çıkaracak motivasyondadır. Mutlu çalışan, iyi iştir.

(Bağla)

3- Uzman ekiple bir bütün olmak, onları bir araya getirmek
Her alanda uzman ve stajyerleri bir araya getirerek, ekip ruhunu müşterilerden gelen her türlü iş ve revizyona yansıtmak ve kısa sürede daha net ve farklı çözümler sunmayı sağlamak; bu nedenle de her uzmanla konuşmak ve her seferinde onları ortak bir paydada buluşturmak her iş verenin hakkıdır. Çünkü iş veren insanlar, müşterileri için çalışacak bir sürü uzmanı bir araya getirmesi ve onların senkron çalışmasını görmeyi ister. Bu onların en temel haklarından biridir.

(sarılmak için eğil)
4- Kendini ekibin parçası olarak görmek
Hiç bir iş veren ekibin "patronu" olmak istemez. Zaten yine en temel haklarından biri, ekibe dahil olmaktır. Çünkü ekipte herkesin söz hakkı eşittir ve toplantılarda fikri herkesinki kadar önemlidir. Mesela ajanslarda (reklam- dijital vb) "Patron" kelimesini asla sevmeyen iş verenler, ekipte bir tasarımcı ya da bir programcıdan kendini ayırmaz, hatta ona çay getiren kişiyi bir kere de rahatsız etmeden çayını söyler. Bu onun hakkıdır çünkü. Herkes işinin uzmanıdır, tasarımcı tasarlar, programcı kodu yazar, yönetici yönetir. Herkes işini eşit şekilde bölüşür ve ekip ruhu ortaya çıkar. Yani iş verenin ekibin parçası olması, bir haktır.

(Saygı göster / insana, işe, topluma)

5- Çalışana karşı sorumluluk 
İş verenler sorumluluklarını yerine getirmek isterler. Hem müşterilere hem de çalışanlarına hak ettiklerini verme hakkına sahiptir. Ne eksik, ne de fazla. Müşteriyle bir defa kuracağı ilişkiyi çalışanıyla daha çok kurmak ister. Çünkü onlara karşı bir sorumluluk almak bir haktır. Kendi markasını taşıyacak kişilere her zaman saygı gösterir. Onların iş yerinde olan ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğu vardır. Mesailerin uzamasında veya iş dışındaki görevlendirmelerde maddi ya da manevi olarak çalışanları destekleme sorumluluğu, bir haktır.

Bu temel hakların yanında, pek çok başka sizin de aklınıza gelen haklar vardır. Yani kısacası, iş verenlerin hakları vardır ve bu haklar ellerinden alınmamalıdır. Çalışanlarının mutlu ve tatmin edilmiş olmasını her iş veren ister. Çünkü en verimli işlerin sıkı bir motivasyondan ileri geldiğini her biri bilir.

Çalışan hakları mı? Zaten iş veren haklarına sahip kişiler olduktan sonra, ona yazılacak tek bir kelime dahi kalmıyor ki... İş verenler, haklarınıza sahip çıkın! (:  Ben bunları hak ediyorum diyebilin! Zaten her iş veren bilir ki:

(Çalışan hakları, insan haklarıdır)


17 Kasım 2012 Cumartesi

Sosyal Medya Ne Zaman Reaktif? Ne Zaman İnteraktif?

Merhaba.

Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, interaktif medya tasarımı / iletişim tasarımı hakkında belili bir bilgiye sahip olduğumu dile getirmiştim. Yıllardır anlamaya ve kavramaya çalıştığım bu interaksiyon meselesini, günlük ve iş hayatım boyunca kullanmaya başlayınca, daha çok gerçek örnekle karşılaştıkça biraz daha irdeleme ihtiyacı duydum. Bu sebeple kafamda daha çok şekillendi ve aslında belirli sorularla yaklaştım. Kafamı ilk kurcalayan şey interaktif kelimesinin ne olduğuydu. Okulda uygulamalara çok yöneldiğimizden sanırım işin püf noktasından hep teğet geçtik. Önce tasarımın temeline inmemiz gerektiği kararına vardım. Tasarım neydi? Bir olgu, olay ya da ürünün, kullanıcıyla onun anlayacağı şekilde buluşmasıydı. Bir poster eğer bir şeyi anlatacaksa, belirli normlarla, hedef kitlesine ulaşabilmeliydi mesela. Bunu tek ya da birden çok medya ile de gerçekleştirebilmek mümkündür (Multimedia).

İş interaktif olunca ne değişiyor peki? Kullanıcıya (bir şekilde) bir arayüzle ulaşan ve bir amaç doğrultusunda onu kullandırıp (bu okutmak da olabilir mesela) feedback aldırıp ardından buna devam edebilecek hissi yaratmak gerekiyor. Öncelikle şu videoya bir bakalım:

Bill Verplank


Bu videoda da bahsi geçtiği gibi, interaksiyon tasarımında üç soruya yanıt aranır:

+ Nasıl yapıyorsun?
Kullanıcı dünyayı nasıl etkileyecek? Bir buton ya da bir el düzeneği mi kullanacaksın? El düzeneği onlara bütün kontrolü verir ama buton sadece tekil kontrol verir.

+ Nasıl hissediyorsun? 
Kullanıcı dünyadan nasıl bir feedback alacak? Sıcak ya da Soğuk medya mı alacak? (Örn. Televizyon sıcak, kitaplar soğuk medyadır.)

+ Nasıl biliyorsun? 
Kullanıcının hangi bilgiye sahip olmasını istiyorsun? Bu bilgiyle mi kontrol sağlayacaklar? Bir harita ya da ipucuna ihtiyaç duyacaklar mı?

Bu interaksiyon tasarımının kaygısını gayet güzel anlatan anlamlı bir video örneği. Bunu bir ya da birden fazla medyayla sağlayabiliriz. Görünen şu ki, medya bir amaç değil araç niteliği taşımaktadır. Amaç, asıl olanı anlatabilmektir. (Medium is the media) Ancak bunun aksini düşünen insanlar da var. Marshall McLuhan, "Medium is the message" (Araç asıl mesajdır) diyerek bir sav ortaya atar. Yani asıl amacın hangi araçla "yayıldığı" olduğunu düşünmeye iter. (Bunun hakkında ayrıca bir yazı ele alacağım).

Gelelim benim Reaktif - İnteraktif düşünce ayrımıma. Reaksiyon, interaksiyonun içinde bulunan bir adımdır. Hatta ilk adımıdır. Kullanıcı bir amaca ulaşmak için bir harekette bulunur, ondan bir feedback alır ve reaksiyon orada biter. İnteraktif olabilmesi için bir adımın da onda yer alması gerekir. 

Peki sosyal Medya bunun neresinde?

İşin içine sosyal kelimesi girince, her insan "tabi ki interaktif, bakın karşılıklı yapılıyor" diyor. Gerçekten de öyle mi? Buna bir örnekle bakalım. Sosyal medyanın temel amacı, iletişim kurabilmek ve ortak payladarda bir araya gelmektir. İletişimin temeli interaksiyondur çünkü belirli bir döngüden bahsedilir. 



Bu döngü aslında interaksiyona net bir örnektir. Burada medya önce konuşma dili, sonra da telefondur. Sosyal medya da aslında aynı döngünün medyasının değişmiş olmasıdır. Ancak yer yer, reaktif bazda kullanıldığını görebiliriz. Mesela Twitter. Yazılan çoğu ileti çöp olabiliyor. Kimse görmüyor ya da görüp anlayıp devamında tepkisiz kalabiliyorlar. Bu noktada yapılan işlem reaktiften öteye gitmiyor. 
Şöyle düşünün, Bir buton sadece bir ışık yakıyor ve siz bunu görüyorsanız, burada bir interaktiviteden bahsedemeyiz. Ancak o ışığın size bir yol göstermesi ve sizin bu doğrultuda bir sonraki işleme devam edebilmeniz ya da bir döngü oluşturacak bir "interaktiviteye girmeniz için" yukarıdaki örnekte gördüğünüz gibi bundan fazla adım lazımdır. 

Facebook ve Twitter gibi sosyal medya mecralarının, Sohbet yürütmek gibi bir kaygısı yok. Reaktif bir gösterge ve sadece ikili ya da daha fazla iletişim kurmak için, bir iletişim kanalı düşüncesindedir. Özellikle Twitter söylenenlere genelde yanıt verilme amacı gütmeyen bir platformdur. Ha, edilebilir, o ayrı. 

Aslında bunu belirli sınır ve çizgilerle ayırmak çok zordur. Çünkü bu platformlarda bir Televizyon gibi "Medya size bir bilgiyi sunar, siz de anlarsınız" gibi bir reaktivite değil, aslolan bir iletişimden söz ediyoruz. Bunun reaktif ya da interaktif olması, sadece mesajın ulaştığı kişinin verdiği karara bağlıdır. Bu nedenle diğer iletişim kanallarından çok daha farklıdır ve bu yüzden "sosyal"dir. Kendi başına bir anlam ya da iletişim sağlamayan, iletişimin olup olmayacağına insanların karar verdiği ve iki ya da daha fazla kullanıcının bir arada olabileceği yerdir. Sosyal medyanın bu "seçeneği" sunması, iletişimin ve interaksiyonun etkileşim sürecinde size bırakılması ve bunun başkaları taraından izlenmesi hatta buna müdahile edilmesi bunu sosyal kılıyor.

Sonucunda söylemek gerekirse, sosyal medya reaktif ya da interaktif demektense, insanın etkin ya da edilgen haline göre bunun oluşabileceğini söylemek, yani ikisinin de karar-koşula bağlı olduğunu söylemek daha gerçekçi ve geçerli bir tanımlamadır.



14 Kasım 2012 Çarşamba

Peki Bir Tasarımcı Ne İster?



Bugün tasarımcı kimliğimle bir yazı kaleme almak istedim. Şu an aktif bir tasarımcı değilim. Piyasayı sallayan tasarımlarım da yok. Ancak 9 yıldır bu işin içerisinde ve şahit biri olarak yazıyorum. Bazen müşterinin isteklerini nasıl belirttiği sizin ruh sağlığınız için önemlidir. Bunu başıma gelen bir olay ile anlatmak istiyorum.

Yıllar önce bir şirkete tasarımcı ve ortak olarak girmiştim. Fazla büyük bir yer değildi, totalde beş çalışanımız vardı. Genelde web tasarımı ya da basılı işlerle uğraşıyorduk. Bir müşteri geldi, eskilerdenmiş, ben tanımıyorum yani. Çünkü benden önce de bu şirket vardı. İsteklerini bana değil, programcımıza anlatıyordu. İçeri girdim, önce konuşmasını bölmek istemedim dinleyeyim dedim. Dedikleri şöyleydi: "Ben web sitemin altın orana (?) uyumlu olmasını isterim. Giren bir daha girsin, sanat eseri gibi davransın! " Bu arada web sitesiti yapacağımız şirket bir temizlik ürünü satıyor. Nanoteknolojik sprey. Sadece fabrikalara ve otellere satış yapıyor. O an deliye döndüm ve bir web sitesinde o kafasındaki altın oranlı (?) sanat eserinin neden olamayacağını, ihtiyaçlarını bir bir anlattım. Sitesinde ne neden olmalı hepsini saydım. İkna oldu  (olmasaydı istediğini bir şekilde sunacaktık) ve biz ona web sitesini yapmak için başladık çalışmaya.

Bitti mi? Bitmedi!

Ben oturup web sitesini gayet güzel bir şekilde yaptım, müşteriyle parçaları hakkında konuştum ve artık son işlenlerini yapıyordum ki kodları yazacak arkadaşa göndereyim. (flash bir site istedi, biz de flash yaptık). derken şirketimizde tasarımcı ve programcı olmayan bir üst düzey (!) kişisi gelip: "Bu site piyasa işi olmamış" dedi.



Piyasa işi kelime grubu beynimde biraz yankılandı. Hey adamım. Piyasayı oluşturan tasarımcının kendisidir zaten.Yani onların problemler karşısındaki radikal ve göze hoş gelen tasarımları, senin piyasa dediğin şeyi oluşturur. Müşteriler ister, tasarımcı yapar, ortak bir yol bulunur ve bu işler ortaya çıkar. Onu karşıma aldım ve bu açıklamaları sırasıyla yaptım:



Sanat ve Tasarım arasındaki farklara giriş yapmadan böyle bir motivasyon şart.
Görsel kaynağı ve güzel bir yazı (Burada) . Posterlere dikkatinizi çekerim!


Öncelikle insanlara sanatçı - tasarımcı farkını anlatmakla başlayalım aslında. Gerçekte belirli bir çizgi ile ayıramasak da bence çok net farklılıklar var. Sanatçı, kafasındakini kendi yapabildiği ve istediği şekilde anlatan kişidir. Mesela siz bu yukarıdaki sanat eserinden bir şey anlayabiliyor musunuz? Belki size anlamlı, yada bir şeyi anımsatan bir eser, yada çok manasız, üstüne para verseler bakmaya gitmeyeceğiniz bir iş. Yani karşısındakinin ona bir değer biçmesi veya onu anlaması için düzenlenmiş bir eser çıkarmaz. Tek kaygısı kendi kafasındakini kendi istediği gibi anlatabilmektir. Hoş, eserlerin galerilerde sergilendiğinden ve satıldığından beri bu iş biraz daha muallakta görünüyor. El sanatından para kazanan adam da bir zanaatkardır. Yani işi sevilmiştir ve bu işten para kazanıyordur. Devamlı işini yapıyordur.



Ya tasarımcı? Tasarımcı bir defa bir problem bulmak zorundadır. Devamlı kafasında dönen soru ve sorunlar vardır. Bir kaygısı vardır. Çözüm üretmek için kafa yorar, dener, bozar. Kaygısı, o soruna çözüm getirirken bunun  anlaşılır olmasıdır aslında. Usability (kullanılabilirlik) ve "what you see is what you get" (gördüğün anladığındır) mantığı ile, pek çok kaygıyı beraberinde getirir. Tasarımlar problemlere çözüm vermek zorundadır. Ayrıca bunu birden fazla insan kullanacak, hani kitle hangi amaçla nerede kullanacak? gibi sorulara sürekli yanıt arayıp analizlerinin devamını getirir.

Hele ki piyasaya iş yapılıyorsa.

Bir ajansta, yahut kendi başına çalışan bir tasarımcı için cehennem nedir? Bu kadar kaygının yanında süpersonik bir etmen olan: "müşteri". Kendince pek çok revizyon yapan tasarımcı, bir de işin "sipariş" kısmıyla cebelleşir. Yani örneklemek gerekirse iş şöyle gelişir: ortada bir sorun vardır, tasarım problemi. Tasarımcıya bir "sipariş" gelir, kendisi bugüne kadarki birikimiyle bir tasarım yapar, kendince pek çok değişiklik yapar ve gerçekten tadından yenmez bir çalışma ortaya çıkar. Müşterilerden gelen 1-2 mantıklı revizyonla işi teslim eder. Gerçekten bu kadar güzel ve sancısız bir süreç olduğunu düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Siz o tasarım problemi karşısında nasıl bir tavır takınacağınızı, yani ne yapacağınızı biliyorsunuzdur. Birikiminiz ve bugüne kadar karşılaştığınız iyi - kötü örneklerden çıkarımlar yapıp bir tasarım ortaya çıkar. Bunun yanında, Müşteri size bir beklentiyle gelir ve onun kafasındakini yapmak da sizin işinizdir. Çünkü onun istediğini verip, karşılığında para alırsınız. Tasarımcı aslında bir gri alandadır. Hem kendi istediğini, hem de karşısındakinin isteğini yapmaya çalışır. Bir orta yolu bulucudur aslında.

Peki tasarımcı ne ister?

Tasarımcı öncelikle yaratım sürecinde kendisine karışılmasını istemez. Tasarımcı, verilen brief için ortaya çıkardığı şeyin eleştirilmesini ister. Eleştiri ve yorum süreci aslında tasarımcının isteklere nasıl cevap vermesi gerektiğine dair yollar gösterir. Tasarımcı hem bilen hem de bilmeyen kullanıcıya bunu test ettirir. Zaten "user friendly" yani kullanıcı dostu tasarımlar, belirli pek çok testten geçerek bugünkü halini alıyor. Bunun ruhsal durum, yarattığı his, beklentiyi karşılaması ve benzeri kaygılarla o tasarımlar yapılır ve değiştirilir, bir sonrakinde başka şeyler denenir. Tasarımcının istediği tek şey ona doğru ve mantıklı sebeplerle yine doğru ve mantıklı yollar gösterecek eleştiriler almasıdır.
Burada bir Twitter sayfası bu işe çok içerleyip böyle bir şeye kalkışmış:
(Designer Problems)

Yani hiç bir tasarımcı "piyasa işi" olsun diye iş yapmaz. Onu az parayla çok iş yapan imalatçılar yapar.



11 Kasım 2012 Pazar

T T T (Bol görselli, bol örnekli yazı)

Yani Trend Topic Trolleri



Bugün sizinle Twitter üzerinde rahatsızlık duyduğum TT'ler hakkında bir yazı ile iletişim kuracağım. ( Bol bol terim kullanıyorum. Çünkü dilimize çevirdiğimizde anlamını yitirebiliyor kanımca)

TT (yani Trend Topic) nedir? 

Twitter üzerinde en çok konuşulan yahut konuşulması istenilen kelime, başlık veya cümlelerdir. Gerek hashtag olarak (örn. #cambardak) gerek en çok kelimeler olsun sık sık kullanılır ve Twitter'ın sol tarafında yer alır. Dünya veya Türkiye TT'lerini takip etmek de sizin elinizdedir. Takip etmenin yanı sıra, arama kutusundan da var olduğunu bildiğiniz ya da var olup olmadığını merak ettiğiniz başlıkları arayıp bulabilirsiniz. 

TT hangi amaçlarla kullanılır?

TT insanların belli başlıklar için düşüncelerini paylaştığı, hatta belki de bir tartışma ortamı olarak görüldüğü bir "alan" halini almıştır. Sosyal medyada reklam başta olmak üzere, akım, haberdar etme, hatta gündemi takip etme gibi pek çok işlemle karşımıza çıkıyor. Aynı zevklerde ya da düşüncelerde insanlar oturup TT hazırlığı içine giriyor, "en çok benim başlığım TT'de kaldı" gibi bir yarışa giriyorlar. Kurumlar ya da şahıslar. Kurumlar için ne kadar reklamsa, şahıslar için de bir o kadar itibar, yahut eğlence. Mesela Fenerbahçeliler bir TT oluşturup listeye giriyor, ardından Galatasaraylılar ayaklanıp karşı saflardan TT savaşına giriyor, hatta geçebiliyor. Böylelikle bir çekişme başlıyor, taraftarlar destekliyor ve bu "mini moda"lar ile Twitter TT'si kullanılıyor (bence bu meşgul etmek tabi). Yahut bazı kullanılan kelimeler TT olarak takılabiliyor.


Bazen ünlüler veya onların hayranları tarafından içerik ve başlık üretiliyor:




Geçenlerde bir sayfada böyle bir yazıya rastladım. Karşıt bir duruş sergileyip, aslında gündem başlığının kişi ya da kurumlara hiç bir fayda sağlamadığını belirtiyordu. Aslında her ne kadar içinde olduğum mecra bana mantıksız gelse de, reklam açısından, özellikle viralliği konusunda aynı fikirde değilim. En azından kurumlar ile alakalı olan kısmına katılmıyorum. 


Aslında Trending Topics( gündem başlıkları ) bir şekilde twitter’da konuşulan konu başlıklarından haberdar olmamızı sağlıyor.
Trend olmak size istediklerinizi sağlıyor mu?
Her gün bir sürü takımın, çeşitli “hashtag” leri (#) trend oluyor( gündeme oturuyor).
Pekala ;
  • Trend olan takım, rakibini yeniyor mu?
  • Daha fazla mı kombine bilet satıyor?
  • Taraftar sayısını mı arttırıyor?
  • Daha fazla, forma/ ürün satıyor?
Twitter hesabı olan bir marka iseniz, yukarıdaki soruları kendiniz için uyarlayabilirsniz. Yanıtlarınız da neyi sorgulamanız gerektiğini gösterir. Göremezseniz, bana sorun.

Kısaca işinize yarıyor mu?
Bu işlerin sadece bir kısım ajansların şişirmesi ve satılacak bir ürün olarak pazarladığını biliyoruz, değil mi?.


KAYNAK: http://www.sunipeyk.com/twitterda-trending-topic-olmanin-faydasi-olsa/

Hatta ardından bu yazıyı da okumak isteyebilirsiniz:

http://www.sunipeyk.com/twitter-gundeminin-trend-topic-arkasindaki-sir/




Peki Troll ne alaka?




Gelelim benim rahatsızlık duyduğum olaya. Bazı insanlar, TT olabilmek için çeşitli yollara başvuruyorlar. Kimi zaman bir okul projesi oluyor bu, kimi zaman da internette belirli bir grup, ya da komik bir arkadaş grubu. Bazen sadece polemik yaratmak için olduğu da açıkça görülüyor. Kimi zaman da ünlülerin ölümleri, sahte haberleri veya magazinde olay yaratan, yaratabilecek bilgiler de paylaşılıyor. Bu TT'ler, genelde bir tarafın hoşuna gidip başka tarafların hoşuna gitmeyecek başlıklarla paylaşılıyor. En son bugün (11.11.2012) böyle bir TT'ye rastladım:


Bu nasıl bir başlıktır? Yani bunun gibi pek çok "aşırı uçlarda" ve "özellikle polemik yaratmak" için TT'de olması sağlanan pek çok başlığa her gün rastlamamız mümkün. 

Eskiden sahte haberleri Zaytung ya da komedi bloglarından okurduk. İnsanlar forum ya da benzeri yerlerde sadece kendilerini alakalı hissettikleri başlıkları takip edip, sadece oralarda yorum yapardı. Şimdi burada bu başlıklar o gündemi takip eden herkesin gözleri önünde ve daha fazla insana ulaştığı için böyle başlıkları görme, bu başlıklara yorum yazma ve hatta bu yollarla kavga etme gibi pek çok şeye rastlayabiliyoruz. Tartışma programları gibi, birbirine laf sokma çabası, ben de bu konuda bunu düşünüyorum diye yazan ben dahil pek çok kişi var Twitter'da. Bu Troll diye bahsettiğim başlıkları açanlar da onları aynen böyle izliyor:




"Bakın! Bir başlık yarattık ve gündeme oturduk" diyen pek çok kişiye rastladım. Daha önce de dediğim gibi, bu kişiler genellikle ya okul projesi ya da bir iddia üzerine, ya da sadece zevk olsun, insanlar birbirine girsin diye bakıyorlar. Bence bu "Troll" içeriklerle paylaşılmış şeyeri görüp itibar etmemek, en iyisi olacaktır. Böylelikle "Bu içerik ne ya?" demeyip, onları gündemden uzakta tutabiliriz.





7 Kasım 2012 Çarşamba

Bilgi Toplumundan İletişim Toplumuna Geçiş Sürecindeki Sancılar

Merhaba.

Öncelikle 2 ayda 1 yazdığım için özürlerimi sunarım. Ancak yoğunluk ve başka yerlere yazı yetiştirmekten ötürü buraya kafayı toparlayıp yoğunlaşamıyorum. Geçenlerde çok fazla rahatsızlık duyduğum bir konu oldu, bunun hakkında yazmaya karar verdim. Evet, genelde spontane kararlarla yazılarımı hazırlıyorum. Yazı yazmaya zorunlu hissetmeyip, "estikçe" yazıyorum. Neyse.

Bilgi toplumundan iletişim toplumuna geçtik diye iddialı bir cümleyle giriş yapıyorum. Öncelikle şunu belirteyim, reklamcılık ve iletişimle alakalı bir uzmanlığım yok. Ben "İnteraksiyon" tasarımcısıyım. Yani iletişimin sözlü ve yazılı olandan çok daha ilerisine giden veletlerdenim. Bu sebeple sözlü ve yazılı iletişimin sadece dahil olduğum kısmından ve kişisel rahatsızlıklarımdan bahsedeceğim.

Bilgi toplumu diyerek neyi kastettiğimden başlayalım öncelikle. Şu görseli hemen Türkçeleştirelim: "Ebeveynlerinize saygı gösterin, onlar liseyi Google ya da Wikipedia olmadan okudu"

Aslında kastettiğim şeyin yoğunlaştırılmış hali bu görsel ve yazıda mevcut. Eskiden insanlar bilmek isterdi. Ansiklopedilerin üzerinde uyuyakalıp kütüphanelerden saatlerce çıkmazlardı. İnsanların evlerinde okuma odası, çalışma odası, kütüphane bölümleri vardı. Gazeteler bile kuponla ansiklopedi verirdi, mecmua serisi ciltletme diye bir kavram vardı. İnsanlar arkadaşlarına da ailelerine de özel hayatlarına da zaman ayırabiliyorlar; bununla beraber sürekli yeni bir şeyler öğreniyorlardı. İnsanlar eğitimleriyle hava atıyordu! "Bizim oğlan İngiltere'de eğitim aldı, yükseğini Fransa'da tamamladı, doktorasını Marsta yapacak!" Biz böyle bir jenerasyonun son evlatları olarak kalacağız sanıyorum. Ansiklopedide araştırma yaparken, Elma ağacının özelliklerinin yanı sıra, Elbise tarihi ya da El yazısı ne demek onlar da gözümüze ilişirdi, hemen okurduk çünkü.

İnsanoğlu hep bir haberdar olma çabası içine girdi, topluluklar ayrı ayrı yaşadığından beri. Önce konuştu, sonra çizdi, yazdı, dumanla iletişim kurdu, mektup yolladı, taş attı, baş tuttu derken teknolojinin yardımıyla telefon telsiz ve benzeri gelişimler hayatımıza girmeye başladı (tabi bu tek soluklu cümle aslında yüzlerce yılı kapsıyor). İletişim halinde olmak hoşumuza gitmiş olacak ki devamında "daha nasıl iletişim içinde olabiliriz?" diye kafa yorup sürekli bir yenilik peşinde koşmuşuz. Ancak telefona kadar hiç biri eş zamanlı iletişim aracı değildi, telefon da sabitti.

Sonra bir devrim oldu. İnternet devrimi. İlk önce belirli seviyede insanları bir araya getirdi... Getirdi... Getirdi... www (world wide web) artık hayatımıza o denli dahil oldu ki, ne olduğunu sorgulamayı geçtim, insanlar ve şirketler "aa senin web siten yok mu?" demeye başladı.Yoldan çevirin iki tanesini, en az biri ne demek olduğunu bilmiyor. İnternetin bir bilgi deryası olduğunu ve her bilgiyi oradan elde edeceğini düşündüğü için, ne anlama geldiğini bilmesine artık gerek yoktu. Zamanla daha da güzel bir şeyi farketti insanlar: Filtrelenmiş bilgi. Adam "1950 sonrası moda" araması yapacağına "1952 moda dergileri" diye arama yapabiliyor ve bu bilgiye ulaşıyordu. İnsanlar bu geniş deryada bilgilerini veya "salladıklarını" insanlarla paylaşmaya paylaştılar. Hoşlarına da gitti. Çünkü zaten internetin asıl görevi, insanları bir araya getirmekti, doğru bilgiyi vermekten ziyade.

Yani insanlar IP ve DNSleri ile sadece birbirlerine bağlılar. İnternet denilen şey bu iletişimden ibaret (Tabi ki pek çok detayı var).

Sonra insanlar posta faks ve telefondan daha hızlı ve daha az yer kaplayan bir teknolojiye alıştı, e-mail!

Yavaş yavaş telefon konuşmalarının yerini aldı bu teknoloji. Daha kesindi, çünkü her şey yazılıyordu. İnternet veya server hatası olmadığı sürece ne veri kaybı vardı ne de bir söyleneni kanıtlama çabası. Herkesin masasında bir faks makinesi duracağına, herkes kişisel bilgisayarından bu işlemi rahatlıkla hallediyordu. Herkes @ işaretini benimsemişti.

Derken insanlara bu da yetmedi, çünkü toplu mail ya da ikili ilişkilerinin dışına çıkmak istiyorlardı, internette sosyal olma ihtiyacı doğmak üzereydi. Tabi bu ihtiyacı önceden sezebilen akıllı insanlar oturdu düşündü taşındı ve bu şekilde sohbet siteleri kurmaya başladı. ICQ, mirc, MSN derken hop... sosyal medya denilen kavram ortaya atıldı. Ben bu işe MySpace ile başlamıştım, öncesine pek yetişemedim. En çok onu ve MSN'i kullandım sanırım. Bu arada MSN'in sonlanmasına çok üzüldüm (haber burada). MySpace bize "topluluğa ulaşma" şansı tanıdı. Bu herkesin hoşuna gitti, çünkü insanlar sesini duyurdu ve bu harika bir şeydi. Başkalarıyla tartışmalara giriyor, fikirlerini beyan ediyordu. Yine de çok fazla kullanıcıya ulaştığı söylenemez.

Sonra bir sosyal medya dalgası patladı. Sosyal medya denilen canavar, Facebook, Twitter, Blog, Tumblr, FriendFeed gibi pek çok sosyal medya sitesi gözümüze sokuldu. İnsanlar ilk önce biraz çekimser davrandı. İnternet ve e-mail onlara yetiyorken, yeni bir platform onlara sunuluyordu. Buralarda hesap açan kişiler kendi aralarında dialoglar, jargonlar üretmeye başlayınca, insanlar kendilerini onlara dahil etmek istediler. Hak veriyorum. Ben bir direnendim, ta ki 2009 yılında bir hocamın "Sen bu mecra içindesin, bir Facebook açmalısın" demesiyle bu işe bulaştım. 

Sonra ne olduysa, insanlar kitapları bırakıp klavye başına geçti. 

İnsanlar zaten telefonla ve e-mail ile bir samimiyetsizlik içine düşmüştü. Ancak bu, samimiyetin sonlanmasına yardımcı oldu. Artık kimse birbirinin yüzüne bakmaya gerek duymuyordu. Buluşmalar dahi sanal ortamda olabiliyordu çünkü. İnsanlar aramıyor, mesaj atıyordu. "Nasıl olsa internette görüştüm, normalde görüşmeme gerek yok" düşüncesi arttı. Zamanla internet başında geçirilen süre arttı. Çünkü insanlar haftada bir yüz yüze görüşmeyi tercih ederken, her akşam e-maillerini ve sosyal medya hesaplarını kontol etmeye başladı. Sosyal olup olmamasını buna bağlayan insanlar çoğaldı; çünkü orada daha çok "var"lardı.

Bitti mi? Bitmedi!

Bu sanal dünyada sosyal medyayı ve kullanıcıları daha da bağlayabildikten sonra, bunu mobil hale getirdiler. Son istatistiklere göre, ergen bir birey, günde 6 saat sosyal medyada bulunuyormuş, (değişken olarak 2 ila 4 saati mobil)

Dur bir dakika, biz "bilgi" toplumundan bahsediyorduk, ancak bu yazıda uzun süredir bilgiden bahsedilmedi?


İşte tam burada toparlayabileceğim sanırım. Yeni jenerasyon  (x, y, z diye adlandırırsak, x: abilerimiz ablalarımız dayılarımız, y: bizler, ergen yaşını geçmiş insanlar , z: gelecekteki "potansiyel müşteriler") doğar doğmaz multi-touch ve sosyal medya içine doğup, bunu normal karşılıyorlar. Geçenlerde orta okula devam eden kuzenime sordum, hiç ansiklopedi karıştırdın mı? diye. Hayır, ansiklopediler nerede olur ki? Wikipedia'dan mı bahsediyorsun? dedi bana. 


Hele bir çocuğun "Benim Facebook'ta 3000 arkadaşım var!" demesi kadar acı bir şey yoktur. Başka bir akrabam da telefonda konuşamaz mesela, normalde şakır şakır konuşabiliyor ama, bir sıkıntı yok yani. Ancak telefonda "ııııııııııııı" dan ileriye gidemedik kendisiyle. Ama sosyal mecralarda ağzına geleni (aklına geleni daha doğrusu) çok iyi sunabiliyor.

Değil kitap okumayı, sayfa çevirmeyi bilmeyen bir jenerasyondan bahsediyoruz.



Sonlandıracak olursak, Bilgi toplumundan iletişim toplumuna geçmemiz aslında teknolojinin gelişimine göre normal bir hızda seyir aldı, ancak antropolojik açıdan fazla hızlı gerçekleşti. İnsanlar bununla da kalmayıp dahasını istemeye devam ediyor. İnsanlar iletişim kurmak istiyor! Ancak konuşurken iki lafı bir araya getiremeyen klavye delikanlıları olduğu sürece bu şekilde bir gelişimin devam edeceği ön görülebilir bir kehanet.